12 Mayıs 2015 Salı

You Are Hired! You Are Fired!*

*İşe alındınız! Kovuldunuz!

Özellikle Amerikan film ve dizilerinde sıkça işittiğimiz bu sözlerin bizim dilimizde elbette bir karşılığı var ama hayatımızda gerçek bir karşılığı olduğunu söylememiz oldukça zor.

Özellikle Amerika’da, insanların işe alınması da işten çıkartılması da patronun iki dudağı arasındadır.
Amerikan dizilerinde çoğu zaman mesleğini hakkıyla yapan kahramanların etrafında kurgulanan senaryolarda, kendisini bir vesileyle ispat eden gencin işe alınması esnasında da, işini iyi yapmayan bir kişinin “kovulması” gündeme geldiğinde de başlıktaki sihirli cümleler kolaylıkla telaffuz edilir.

Bizde ise bir işe girmek, sınavlarla, mülakatlarla hatta büyüklerin tavassutlarıyla uzatılmış, dini bir ritüele dönüştürülmüştür adeta.

Böylece girilen işlerin, özellikle devlet memuriyetlerinin bir Katolik nikâhı gibi algılanması da bundandır belki, kim bilir…

 “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” sözünü bizim atalarımız söylememiştir sanki!

Bizde beyaz yakalılar, işlerini “yaptıkları”, “bildikleri” sayesinde bulmadıkları gibi, koltuklarını da “başardıkları”, “kazandırdıkları” sayesinde muhafaza etmezler.

Devlete ya da “devletleşmiş” büyük bir şirkete “kapağı atan” bir memurun “kovuldunuz” cümlesini işitmesi için, ya yüz kızartıcı bir suç işlemesi ya da yöneticilerine sağlam bir kazık atması gerekir.

Maalesef işini iyi yapmamak bizde yüz kızartıcı bir suç gibi görülmez.

Bu bataklıktan çalışanlar kadar işverenler de mesuldür.

İşini iyi yapmayana “ekmeğiyle oynamamak” adına göz yummak tüm müesseselerin verimini düşürür. Marazi bir merhamet hissi hem bir iş ahlakının oluşmasına mâni, hem adaletsizliğe sebep olur.

Bu yüzden bizim yöneticilerimizin de işini iyi yapmayanın “gözünün yaşına bakmadan” ipini kesmeyi öğrenmesi şarttır.

Bu ne gaddarlıktır ne merhametsizlik.

Bu bir iş ahlakı tesis edebilmek için atılması gereken çok mühim bir adımdır.

Devlette neredeyse bir garantiye dönüşen “iş güvencesi” memurları ahlaken zehirlemektedir.
Evine ekmek getirmekten sorumlu üç milyonun üzerinde insanın “ahlaken” zehirlenmesi tüm toplumu “ahlaken” zehirler.

Devlet memurlarının işten çıkartılabilmesini kolaylaştırmak, hiçbir şey yapmadan mesaiye gelip giden, öylece vakit geçirip hiçbir iş yapmamayı başarı sayan, bir yandan dışarıya el altından iş yaparak haksız gelir elde eden memurların ahlaksızlıklarıyla mücadelenin öncelikli adımı olmalıdır.

Devlette her kademedeki amire belli ikaz aşamalarından sonra netice alamaması halinde altında çalışanların işini sonlandırabilme yetkisi verilmelidir.

Bu şekilde hem verimsizleşmiş ve ahlaksızlaşmış memurlar tasfiye edilmiş, hem de arkadan gelen gençlere yer açılmış olacaktır.

Böyle bir yetkinin suiistimallere, adaletsizliklere yol açacağına dair itirazları duyar gibiyim ancak mevcut durumun çok daha büyük suiistimallere zemin hazırladığı ortadadır. Hemen herkesin aklına, işle alakası olmayan, siyasi, dini, etnik ya da şahsi gerekçelerle işten çıkartılabilecek memurların yaşayacağı adaletsizlik “ihtimali” gelirken ne yazık ki hepimizin vergilerini “çalan” binlerce memurun sebep olduğu adaletsizlik “hakikati” kimsenin gündemine girmemektedir.

Hiyerarşide her kademenin bir üstüne karşı gerçekten mesuliyet taşıdığı, hesap verdiği bir yapı için istihdamı değil meslek bilgisini, beceriyi ve tecrübeyi odağa koyan radikal bir ıslah hareketine mecburuz. Bir meritokrasi kurabilmek için gerektiğinde gözünü kırpmadan “you are fired” cümlesini hayata geçirebilecek yetkilerle donatılmış, idealist ve nitelikli yöneticilere ihtiyacımız var.


Twitter: @salihcenap 

3 Mayıs 2015 Pazar

Aklın yolu belki de hakikaten birdir!

Alev Alatlı hanımefendinin, 2009 senesinde yayınlanan ama pek de gündemde kendine yer bulamayan kıymetli eseri hakkındaki notlarımıza paylaşmaya devam ediyoruz.

Kitabın “aklın yolu bir değildir…” başlıklı ikinci bölümünde “şuur” ve dikkat kavramlarından yola çıkan Alatlı, gayet iyi bildiği psikoloji mevzularına da yer yer değinerek nihayet “lisan” hususuna varıyor.  Düşüncenin vasıtası olarak kelimelerden ve imlâdan bahsediyor.  Zaten mantıktan bahsedip lisan mevzuuna temas etmemek mümkün değil gibi sanki.

Bazı âlim zatlarla sohbet ederken, bazen, sohbetin ana mevzuu dışında bilgiler edindiğinizi fark edersiniz. Fikirlerinin binasını inşa ederken bir de bakarsınız, yan unsurlar oluşturmaya, hem ana yapıyı destekleyecek, hem kendi başlarına ehemmiyet arz eden küçük binalar inşa etmeye başlamışlar. Alatlı da bazen öyle yan bilgiler veriyor ki, her biri başlı başına bir kitap mevzuu teşkil edebilir diye düşünüyor insan. İnsanın “fıtrî”, doğuştan gelen bazı bilgilerle doğup doğmadığı tartışması ve bu tartışmanın günümüze akisleri mevzuu, bu “yan unsurlara” güzel bir misal. Tedaileriyle zihin açan bilgiler bunlar. 17. Asrın sonlarından itibaren hâkim hâle gelen, insanın doğuştan hiçbir meleke yahut bilgi getirmediği inancının ictimâi, siyasî yapılara nasıl kuvvetle tesir ettiğini anlatıyor Alatlı. “Eğer insanı insan yapan fıtratı değil tecrübe ettikleri ise, tecrübe ettiklerini tanzim ederek onu daha iyi bir insan yapmak mümkün olabilir” düşüncesinden yola çıkan aydınların özellikle Rusya ve Fransa’da ön plana çıktıklarını anlatıyor. Cemiyete nizam vererek onun içinde yetişen insanların “iyi” insan yapılabileceği inancının günümüze akisleri geliyor aklımıza. Bugün tiksinerek, öfkeyle bahsettiğimiz “toplum mühendisliği” heveslerinin kökenlerinin buralarda bulunabileceğini düşünüyoruz. Bu satırlardan –belki de yaşadığımız post modern zamanların ruhu sayesinde- “iyi de aydın dediğimiz kişinin herkes için “iyi olanı” mutlak tespit edebileceğini kim kabul eder ki?” sorusuyla bu satırlardan ayrılıyoruz.

***

Aklın Ezeli Ölçüsü” başlıklı üçüncü bölümü aslında okuyucuyu, kategorize edilmiş safsata çeşitlerinin misallerle açıklandığı dördüncü bölüme hazırlama gayesiyle yazılmış gibi duruyor. Bölüm şu satırlarla başlıyor:
Düşüncenin olmazsa olmazı, tuğlası, demiri, çimentosu, harcı dil ise akıl yürütmenin olmazsa olmazı mizan-ül akl; yani, aklın ölçüsü; yani, mantık. Doğru düşünmek için akıl yeterli değil, akıllı olmak da yeterli değil, “aklın ölçüsü” şart.
Yazarımız mantığı, doğru ve geçerli akıl yürütme kurallarının tümü, muhakeme, düşünme, ispat ve çıkarım bilimi diye tanımladıktan sonra insanların bazen –meramlarını net anlatmaktan kaçındıkları için- kasten, çoğu kez de dikkatsizlik yahut bilgisizlikle hatalı çıkarsamalar yaptıklarını anlatıyor.

Kitabın bundan sonrası oldukça eğlenceli. Alatlı, tanınmış yazarların günlük gazetelerdeki yazılarından yahut önde gelen siyasetçilerin gazetelere akseden beyanatlarından misaller vererek safsata türlerine resm-i geçit yaptırmaya başlıyor. Aslında kitabın buradan sonraki kısmı için, internet üzerinde www.safsatakilavuzu.com adresine de bakılabilir. Aslında safsata kılavuzu daha önce müstakil bir kitap olarak yayınlanmış ancak yayınlanmasının üzerinden belli bir zaman geçince internet üzerinden de yayınlanmasına karar verilmiş. Bir kısmı, Alev Alatlı’nın e-mail grubundaki yazışmalardan derlenmiş olan bu notlar güzel bir çalışmanın temelini teşkil etmiş. Bu mevzuda daha derli toplu bir bilgi kaynağı arayanlar İngilizce bir site olan http://www.logicalfallacies.info/ sitesine de bakabilirler.

Bu bölümde yer alan tüm bu safsata türleri tasnifleri ister istemez Aristo mantığına göre yapılıyor. İnsanın aklına, “acaba Fuzzy safsatalar kılavuzu yapılabilir mi?” diye bir soru takılıyor.

***

Kitabımızın son iki bölümünü Alev Alatlı’nın uzunca iki makalesi teşkil ediyor: “Mantığın Üç Türü” ve “İkinci Aydınlanma ve Yeni Kozmoloji”. İlk makalede önce, felsefe dünyasının köşe başlarını tutmuş Kant, Hegel, Marks ve Engels gibi filozoflardan ve fikirlerinden bahsediliyor. Sonra “diyalektik” kavramı üzerinde duruluyor. İkinci makale daha çok bir gazete yazısı gibi duruyor. Bu yazıda da Stephen Hawking, James Clerk Maxwell, Albert Einstein, Kaarl Schwarzschild, Pavlov, Spinoza, Freud, Leibnitz, Claude Shannon, E.T. Janes, Niels Bohr gibi mühim bilim adamlarının görüşlerinden hareketle spekülatif sayılabilecek bazı “çıkarsamalar” yapılıyor.

Özellikle kitabın bu son bölümünü okuduktan sonra bizim ağzımızda buruk bir tat kaldı. Alev Alatlı hanımefendi bu “fuzzy logic” yahut “saçaklı mantık” mevzularıyla uğraşırken sanki ayaklarının altındaki zemini belli ölçüde kaybetmiş gibi geldi. Her şeyin silikleştiği, belirsizleştiği hatta kaypaklaştığı bir yerde herhangi bir fikri müdafaa etmek de manasızlaşıyor sanki. Belki de kaçınılmaz bir durum bu. Aristo mantığının insana sağladığı sarsılmaz, muhkem kaleleri terk edince rüzgârda sürüklenen bir yaprağa dönüşme tehlikesi ortaya çıkıyor.

Her ne olursa olsun, Alev Alatlı’nın “Aklın Yolu da Bir Değildir” başlıklı son kitabı okunmaya üzerinde tefekkür etmeye değecek bir kitap. İnsan kitabın sonunda “aklın yolu hakîkaten birmiş” diye düşünse de…


Twitter: @salihcenap

26 Nisan 2015 Pazar

Haydi Baştan Alalım!

Fikir hayatımızda mühim ve müstesna bir yeri olan Alev Alatlı hanımefendi, 2009 yılının Şubat ayında yeni bir kitapla okuyucusunun karşısına çıkmıştı. Mütemadiyen haber, hadise, enformasyon bombardımanı altında olduğumuzdan küçük bir takipçi kitlesi dışında yankı bulamayan ama kesinlikle daha fazla ilgiyi hak eden bu kıymetli eseri tekrar dikkatli zihinlerin gündemine taşımak istiyorum.

Alev Alatlı’nın epeyce bir zamandır kendisiyle yapılan radyo, televizyon ve gazete mülâkatlarında parça parça dile getirdiği bazı görüşleri derleyip topladığı bu kitabın iki başlığı vardı: “Haydi Baştan Alalım!” ve “Aklın Yolu da Bir Değildir…”.

Kitabın daha ilk satırlarında Alev Alatlı’nın o tanıdık, o kendine has romancı üslubu insanı yakalıyor. İlk başlarda güzel bir roman okumaya başlamış gibi oluyorsunuz. Sonra paragrafları devirdikçe, Alev Hanım’ın zihninde cereyan eden bir entelektüel seyahati izlediğinizi fark ediyorsunuz.

Lisan, zihin, akıl, zekâ, şuur, dikkat, mantık gibi kelimelerin kanatlarında başlayan seyahatte önce Bart Kosko, A. Lotfi Zadeh, Erwin Schrödinger, Werner Heisenberg, Kopernik, Kepler, Galile, Newton, Einstein, Russel gibi bazı bilim adamlarının dünyalarına uğruyoruz. Fizik, metafizik derken Aristo mantığı dalından saçaklı mantığın “kırçıl” sathına sıçrayıveriyoruz. Determinizmin siyah beyaz perdesini aralayıp gri bir zemine basıyoruz ayaklarımızı. 

Temel olarak üzerinde durulan argüman şöyle özetlenebilir:

“Geleneksel mantık ve matematik, dünyayı mutlak bir kesinlik içinde, çerçevesi gayet net çizilmiş olarak kavramak ve izah etmek iddiasındadır ancak, bu asla mümkün değildir, zira bugün bilimin ulaştığı noktada hemen her şeyin bir belirsizlikler yumağında varlığını sürdürdüğü anlaşılmıştır. Şimdi bu flu, puslu, belirsiz mefhumları kavramak ve izah etmek için yeni vasıtalara ihtiyaç duymaktayız.”
Yazarımız, bu argümanını pek müessir misallerle dikkatimize sunuyor:

Heyhat, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil! 
Bir kere, hiçbir şey sabit değil. Her şey, her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok. Dünyanın atmosferini molekül molekül tanımlayabilseniz bile, atmosferi yeryüzünden ayıran kesin çizgiyi bulamıyorsunuz. Aynı şekilde, Arz’ın, Mars’ın ya da Ay’ın en ayrıntılı haritaları bile ovaların nerede bitip dağların nerede başladığını söyleyemiyor. İşaret parmağımızı oluşturan moleküllerin hangilerinin bedenimize ait olduğunu, hangilerinin havada yüzdüğünü saptayamıyoruz. Tıptaki onca gelişmeye rağmen, ölü ile diri arasındaki çizgi kesin olarak çizilemiyor.
Tam da bu noktada, kitabı okurken yakamızı hiç bırakmayacak bir tereddüt hâsıl oluyor: Tabiatta müşahede ettiğimiz belirsizlikleri, “kırçıllıkları” mevcut mantık ile izah etmenin manasızlığından bahsederken bile, o burun kıvırdığımız eski vasıtayı, yani Prof. Dr. Necati Öner hocanın değişiyle “mantığı tamamen Aristo mantığı olan” “lisanı” kullanıyoruz. Bu öylesine kuvvetli, öylesine vazgeçilmez bir araç ki, onu tenkit ederken bile onsuz olamıyoruz. Hülasa, Aristo’nun tanımladığı gibi olmayan dünyayı tanımlamak için, Aristo’nun tanımladığı kurallar üzerine inşa edilmiş “lisanı” kullanmaktan başka yol bulamıyoruz.

Takip eden satırlarda Alev Hanım Aristo’ya güle güle derken “hoş geldin mutezile” diyerek bir sürpriz yapıyor. Burada sunulan argüman şu: 
“Mutezile, iman ile küfrü, siyah-beyaz, 0-1 olmaktan çıkarıp, büyük günah işleyen Müslüman’ın mümin olmamakla birlikte kâfir de sayılmayacağını savunan mezhebi İslam’ın.”
Mutezile gibi Budizm’in ve hatta Nasreddin Hoca hikâyelerinin bile, puslu mantığın çeşitli tezahürlerini içerdiğini söyleyen Alatlı, burada enteresan bir iddia daha atıyor ortaya. Eğer bir “doğu medeniyetinden” bahsedeceksek, Buda’dan, Şinto’dan, Zen’den bahsetmemiz gerektiğini, eski Yunan bilginlerden kalanlardan fazlasıyla istifade eden medeniyetimizin “doğu medeniyeti” sayılamayacağını söylüyor. 

Alev hanımın insanı zihinsel sıçramalarla götürdüğü, çok da keşfedilmemiş, alacakaranlık sahalardaki heyecanlı gezintiyle ilgili notlarımızı aktarmayı sürdüreceğiz.

Twitter:@salihcenap